Jean-Paul Sartre: Varoluşçuluğun Öncü Düşünürü

Haziran 11, 2024 - Okuma süresi: 4 dakika

Jean-Paul Sartre: Varoluşçuluğun Öncü Düşünürü

Jean-Paul Sartre, 21 Haziran 1905’te Paris’te doğan ve 15 Nisan 1980’de yine Paris’te vefat eden, 20. yüzyılın en önemli Fransız filozoflarından, yazarlarından ve oyun yazarlarından biridir. Varoluşçuluk akımının kurucularından biri olarak kabul edilir ve eserleri felsefe, edebiyat ve siyaset gibi birçok alanda büyük yankı uyandırmıştır.

Çocukluk ve Eğitim Yılları:

Sartre, varlıklı bir burjuva ailede büyüdü. Babası, Fransız Deniz Kuvvetleri’nde subaydı ve Sartre’ın henüz beş yaşındayken hayatını kaybetti. Bu erken kayıp, Sartre’ın üzerinde derin bir etki yarattı ve onu varoluşun kırılganlığı ve anlam arayışı üzerine düşünmeye itti.

Sartre, lise eğitimini prestijli Lycée Henri-IV’de tamamladı ve ardından École Normale Supérieure’de felsefe eğitimi gördü. Bu süre zarfında Simone de Beauvoir ile tanıştı ve ömür boyu sürecek bir entelektüel ve romantik ortaklık kurdu.

Felsefi Çalışmaları ve Varoluşçuluk:

Sartre, üniversiteden sonra felsefe öğretmenliği yaptı ve aynı zamanda felsefi çalışmalarına devam etti. 1930’larda fenomenoloji ve psikanaliz üzerine araştırmalar yürüttü ve bu çalışmalar felsefi bakış açısını şekillendirmede önemli rol oynadı.

1943 yılında “Varlık ve Hiçlik” adlı ilk büyük felsefi eserini yayınladı. Bu eser, varoluşçuluk felsefesinin temel ilkelerini ortaya koydu ve Sartre’ın “insan önce var olur, sonra kendini tanımlar” şeklindeki ünlü sözünü de içerir. Bu görüşe göre, insan özgürce seçimler yaparak kendi varoluşunu ve kimliğini yaratır.

Varoluşçuluk felsefesi, Sartre’ın sonraki eserlerinde de merkezi bir tema olarak yer aldı. “Bulantı” (1938) ve “Sinekler” (1943) gibi romanlarında, özgürlük, sorumluluk ve anlam arayışının yarattığı kaygı ve karmaşayı anlattı. “Kelimeler” (1964) ve “Eleştiriye Bir Giriş” (1948) gibi eserlerinde ise edebiyat, siyaset ve toplum üzerine felsefi görüşlerini paylaştı.

Siyasi Etkinlikleri:

Sartre, sadece bir filozof ve yazar değil, aynı zamanda aktif bir siyasi figür de idi. II. Dünya Savaşı sırasında Fransız Direniş Hareketi’ne katıldı ve savaştan sonra sol görüşlü bir entelektüel olarak öne çıktı. Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’ne ve Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı eleştirel tutumunu korudu ve Vietnam Savaşı’na karşı çıkan önemli bir figür oldu.

Edebi Başarıları ve Nobel Ödülü:

Sartre, felsefi eserlerinin yanı sıra romanlar, oyunlar ve öyküler de yazdı. “Bulantı” ve “Sinekler” gibi romanları ile “Kapalı Kapılar” (1944) ve “Cinler” (1956) gibi oyunları ile dünya çapında ün kazandı. 1964 yılında edebiyat alanında Nobel Ödülü’ne layık görüldü, ancak ödülü siyasi nedenlerden dolayı reddetti.

Ölümü ve Mirası:

Jean-Paul Sartre, 15 Nisan 1980’de Paris’te beyin kanaması sonucu vefat etti. Ölümüne kadar felsefi ve edebi çalışmalarına devam etti ve eserleri günümüzde de ilgi görmeye ve okunmaya devam etmektedir. Sartre, varoluşçuluk felsefesinin en önemli temsilcilerinden biri olarak kabul edilir ve eserleri, özgürlük, sorumluluk, anlam arayışı ve insan varoluşunun karmaşıklığı gibi temalar üzerine düşünmeye devam etmemizi sağlamaktadır.

Anahtar Kelimeler: Jean-Paul Sartre, varoluşçuluk, felsefe, edebiyat, oyun yazarı, özgürlük, sorumluluk, anlam arayışı, Nobel Ödülü


Yorumlar

Pınar16-10-2025 18:04

Jean-Paul Sartre, 20. yüzyıl felsefesine ve entelektüel yaşamına damgasını vuran en önemli figürlerden biridir. O, yalnızca bir filozof değil, aynı zamanda bir roman yazarı, oyun yazarı, senarist ve politik aktivistti. Ancak tüm bu kimliklerinin merkezinde, popülerleşmesinde ve şekillenmesinde en büyük rolü oynadığı Varoluşçuluk (Egzistansiyalizm) felsefesi yer alır. Sartre'ın düşüncesi, bireyin özgürlüğünü ve sorumluluğunu radikal bir biçimde merkeze alarak modern insanın içinde bulunduğu anlamsızlık ve kaygı duygusuna bir yanıt sunmaya çalışır.

Sartre felsefesinin temel taşı, onun en meşhur aforizması olan "varoluş özden önce gelir" (l'existence précède l'essence) ilkesidir. Bu ifade, geleneksel felsefe ve teolojinin insan anlayışını temelden sarsar. Geleneksel düşüncede, bir nesnenin (örneğin bir makasın) önce bir "özü" yani bir fikri, bir tanımı ve bir amacı vardır; daha sonra bu öze uygun olarak var edilir. Makas, kesme amacıyla tasarlanmıştır ve varlığı bu öz tarafından belirlenir. Sartre'a göre insan için bu durum tam tersidir. İnsan, dünyaya önceden belirlenmiş bir insan doğası, bir kader veya ilahi bir plan olmaksızın "fırlatılmıştır". Önce var oluruz, dünyada kendimizi buluruz ve ancak ondan sonra eylemlerimizle, seçimlerimizle kendi "özümüzü" yaratırız. Dolayısıyla, insan ne ise o değildir; ne olacaksa odur.

Bu radikal başlangıç noktası, Sartre'ın felsefesinin diğer temel kavramlarını doğurur: özgürlük, sorumluluk ve kaygı. Mademki önceden belirlenmiş bir özümüz yok, o halde biz tamamen özgürüz. Bu, Sartre'ın "özgür olmaya mahkûmuz" dediği durumdur. Bu bir lanet gibidir, çünkü özgürlükten kaçamayız. Yaptığımız her seçim, attığımız her adım sadece bizi değil, aynı zamanda bizim aracılığımızla tüm insanlığı tanımlar. Bir seçim yaptığımızda, o seçimin herkes için doğru ve değerli olduğunu da iddia etmiş oluruz. İşte bu mutlak sorumluluk duygusu, bireyin omuzlarına muazzam bir yük bindirir ve bu da "Angst" yani kaygı olarak adlandırılan derin ve varoluşsal bir bunalıma yol açar. Bu, belirli bir şeyden korkmak değil, özgürlüğün ve sorumluluğun ezici ağırlığı karşısında hissedilen genel bir endişedir.

Sartre'ın en çok alıntılanan ve sıklıkla yanlış anlaşılan bir diğer ifadesi de *Gizli Oturum* (Huis Clos) adlı oyununda geçen "başkaları cehennemdir" (l'enfer, c'est les autres) sözüdür. Bu ifade, Sartre'ın insan düşmanı olduğu anlamına gelmez. Aksine, insan ilişkilerinin karmaşık ve kaçınılmaz doğasına işaret eder. Sartre'a göre, biz kendimizi tanımlarken "başkasının bakışı" (le regard de l'autre) altında şekilleniriz. Başkaları bizi gördüğünde, yargıladığında ve tanımladığında, bizi bir nesneye dönüştürürler. Bizim özgür, akışkan ve sürekli kendini yaratan varlığımızı dondurarak sabit bir kimliğe hapsederler. İşte bu nesneleştirilme süreci, bireyin özgürlüğünü tehdit eden ve onu bir "cehennem" döngüsüne sokan şeydir. Kendi öznelliğimizi kurma mücadelemiz, daima başkalarının bizi nesneleştiren bakışıyla çatışma halindedir.

Sartre'ın felsefesi yalnızca soyut bir düşünce sistemi olarak kalmamıştır. O, bir angaje entelektüel olarak yaşamış ve fikirlerini edebi eserleri aracılığıyla somutlaştırmıştır. Özellikle *Bulantı* (*La Nausée*) romanı, varoluşun nedensiz, anlamsız ve rastlantısal doğasıyla yüzleşen bir bireyin hissettiği o derin "bulantıyı" kusursuz bir şekilde anlatır. Felsefi başyapıtı *Varlık ve Hiçlik* (*L'Être et le Néant*) ise bu temaları sistematik bir şekilde derinleştirir. Politik duruşu, Cezayir'in bağımsızlığını desteklemesi ve kendisine verilen Nobel Edebiyat Ödülü'nü, bir kuruma indirgenmeyi reddederek geri çevirmesi, onun felsefesini hayatının her alanında yaşadığının kanıtıdır.

Sonuç olarak, Jean-Paul Sartre, insanı kendi kaderinin mutlak efendisi olarak gören, onu özgürlüğünün ve sorumluluğunun ürkütücü gerçekliğiyle baş başa bırakan bir düşünürdür. Onun mirası, bireyi konforlu yanılsamalardan kurtarıp onu kendi hayatının anlamını yaratmaya davet eden güçlü ve sarsıcı bir çağrıdır.

Yasemin16-10-2025 18:03

20. yüzyıl felsefe ve edebiyat sahnesinin en etkili figürlerinden biri olan Jean-Paul Sartre, varoluşçuluk akımını popülerleştiren ve temel ilkelerini en keskin hatlarıyla ortaya koyan düşünürdür. O, yalnızca bir filozof değil, aynı zamanda bir romancı, oyun yazarı, senarist ve siyasi aktivist olarak da entelektüel dünyanın vicdanı rolünü üstlenmiştir. Sartre'ın düşünce sisteminin merkezinde, felsefe tarihini sarsan radikal bir fikir yatar: varoluş özden önce gelir (*l'existence précède l'essence*). Bu ifade, onun tüm felsefesinin temel taşıdır ve insan olmanın ne anlama geldiğine dair derin bir sorgulama sunar.

Sartre'a göre, tasarlanmış bir nesnenin, örneğin bir makasın, özü varoluşundan önce gelir. Bir zanaatkar, makası yapmadan önce onun ne işe yarayacağını, nasıl bir tasarıma sahip olacağını, yani "özünü" zihninde belirler. Nesne, bu öze uygun olarak var edilir. Ancak insan için durum tam tersidir. İnsanın önceden belirlenmiş bir doğası, bir kaderi veya Tanrı tarafından çizilmiş bir özü yoktur. İnsan, önce dünyaya "atılır", var olur ve ancak ondan sonra eylemleriyle, seçimleriyle ve projeleriyle kendi özünü yaratır. Dolayısıyla insan, başlangıçta hiçbir şeydir; ne olacağına kendisi karar verecektir. Bu, insana muazzam bir özgürlük yükler.

Sartre için özgürlük, bir lütuf değil, bir lanettir. İnsan, özgürlüğe mahkûm edilmiştir. Çünkü dünyaya atılmış ve bir kez var olduktan sonra yaptığı her şeyden sorumludur. Bu sorumluluk, yalnızca bireyin kendisi için değil, tüm insanlık içindir. Birey bir seçim yaptığında, aslında "insan böyle olmalıdır" demiş olur ve kendi eylemiyle tüm insanlık için bir imaj yaratır. Bu devasa sorumluluğun ağırlığı, bireyde "kaygı" (angoisse) duygusunu doğurur. Seçimlerimizin mutlak sonuçları ve evrensel etkileriyle yüzleşmek, derin bir iç sıkıntısı yaratır.

Bu kaçınılmaz özgürlük ve sorumluluktan kaçmak için insanlar genellikle kötü inanç (*mauvaise foi*) adı verilen bir kendini kandırma mekanizmasına başvururlar. Kötü inanç, bireyin kendi özgürlüğünü inkâr ederek kendisini bir nesne gibi görmesidir. Kişi, "yapmak zorundaydım," "karakterim böyle," "toplumun kuralları bunu gerektiriyordu" gibi bahanelerle sorumluluktan kaçar. Sartre'ın ünlü garson örneği bu durumu mükemmel bir şekilde açıklar: Rolünü aşırı bir özenle oynayan garson, aslında kendi özgürlüğünü "garson olma" kimliğinin arkasına saklamaktadır. O, bir garson *değildir*; garson olmayı *seçen* özgür bir varlıktır.

Sartre'ın düşüncesinde "öteki"nin (autrui) varlığı da merkezi bir rol oynar. Ünlü eseri *Gizli Oturum* (Huis Clos) oyununda geçen "Başkaları cehennemdir" (*L'enfer, c'est les autres*) sözü, genellikle yanlış anlaşılır. Bu, diğer insanların doğası gereği kötü olduğu anlamına gelmez. Cehennem, başkalarının "bakışı"dır. Başkalarının bakışı, bizi bir nesneye indirger, özgürlüğümüzü dondurur ve bizi kendi tanımlarına hapseder. Kendi bilincimizde bir "ben" (özne) iken, başkasının gözünde bir "o" (nesne) haline geliriz. Bu nesneleştirilme hali, bireyin özgür varoluşu için sürekli bir tehdit ve çatışma kaynağıdır.

Sartre'ın felsefesi, hayat arkadaşı ve bir diğer önemli varoluşçu düşünür olan Simone de Beauvoir ile olan entelektüel ortaklığından da beslenmiştir. Siyasi olarak da son derece aktif olan Sartre, Marksizm'e ilgi duymuş, sömürgeciliğe karşı çıkmış ve hayatı boyunca ezilenlerin yanında yer almıştır. 1964 yılında layık görüldüğü Nobel Edebiyat Ödülü'nü, bir yazarın kendisini bir kuruma dönüştürmesine izin vermemesi gerektiğini söyleyerek reddetmesi, onun özgürlüğe ve bağımsızlığa olan sarsılmaz bağlılığının en somut kanıtıdır. Sonuç olarak, Jean-Paul Sartre, insanı evrenin merkezine yerleştirerek onu kendi kaderinin mutlak yaratıcısı ilan eden, rahatsız edici ama bir o kadar da güçlendirici bir felsefe bırakmıştır. Onun mirası, bireyi konfor alanının dışına iterek varoluşun en temel sorularıyla yüzleşmeye zorlamaya devam etmektedir.

Yorum Bırak