Sartre’ın Görüşleri
Ünlü Fransız filozof ve yazar Jean Paul Sartre, egzistansiyalizmi şu sözlerle tanımlar: “İnsan, tüm bir dünyadır; her yerde mevcuttur, her yerde eylem halindedir ve her şeyden sorumludur. Yaptığım her şeyin sorumluluğu bana aittir. Şu anki durumumuz, tamamen düşüncelerimizin ürünüdür.”
Varoluşun Anlamı
Egzistansiyalizm anlayışına göre, insan önce dünyaya gelir ve ardından kendi özünü oluşturur. İnsan, var olmadan önce hiçbir nitelik taşımaz. Bu akımın savunucuları, yeni doğan bir bebeği bir beyaz kağıda benzetir; yani bebek, henüz hiçbir deneyim ve özellik edinmemiştir.
Özün Oluşumu
Egzistansiyalizme göre, insanın varlığı, onun özünü belirler. İlk olarak varlık, ardından kimlik ve nitelikler şekillenir.
Sorumluluk ve Özgürlük
İnsanın her türlü eylemi ve düşüncesi, tamamen kendisine aittir. Bu sorumluluk, aynı zamanda bireyin özgürlüğünü de içerir.
Deneyim ve Kişisel Gelişim
İnsan, yaşadığı deneyimler aracılığıyla kendi özünü ve kimliğini oluşturur. Bu nedenle, her bireyin yolu ve gelişimi farklıdır.
Anlam Arayışı
Egzistansiyalizm, bireyin yaşamına anlam katma çabasını ön planda tutar. İnsan, varoluşunun anlamını kendisi yaratmak zorundadır.
Öznel Deneyim
Bu akım, bireyin deneyimlerinin ve içsel yolculuğunun önemli olduğunu savunur. Her birey, kendi bakış açısıyla dünyayı algılar ve yorumlar.
Yorumlar
Varoluşçuluk (Egzistansiyalizm), 19. ve 20. yüzyılda felsefe sahnesine damgasını vuran, insan varoluşunun doğasını ve anlamını merkeze alan derin bir düşünce akımıdır. Temelinde, felsefe tarihinin büyük bir kısmına hakim olan "öz" ve "varoluş" ilişkisini tersine çeviren devrimci bir fikir yatar: varoluş özden önce gelir (*l'existence précède l'essence*). Bu, Jean-Paul Sartre tarafından popülerleştirilen ve akımın temel direğini oluşturan bir ilkedir. Geleneksel felsefede, bir nesnenin (örneğin bir makasın) önce bir "özü" (kesme işlevi, tasarımı) vardır, sonra bu öze uygun olarak "var edilir". Varoluşçuluk ise insan için bunun tam tersi olduğunu savunur. İnsan, dünyaya önceden belirlenmiş bir doğa, bir kader veya bir amaç olmaksızın "fırlatılmıştır". Birey önce var olur, dünyada kendini bulur ve ancak ondan sonra eylemleri, seçimleri ve projeleri aracılığıyla kendi "özünü" yaratır. Dolayısıyla insan, kendi kendini yaratan bir varlıktır.
Bu radikal özgürlük fikri, varoluşçuluğun en temel ve aynı zamanda en ağır kavramıdır. Sartre'a göre insan, özgür olmaya mahkûm edilmiştir. Bu bir lanet gibidir, çünkü özgürlüğümüzden kaçamayız. Yaptığımız her seçim, sadece bizi değil, tüm insanlığı tanımlar. Bir eylemde bulunduğumuzda, o eylemin herkes için doğru ve yapılabilir olduğunu da ima etmiş oluruz. Bu durum, bireyin omuzlarına muazzam bir sorumluluk yükler. Seçimlerimizin arkasında sığınabileceğimiz ilahi bir güç, evrensel bir ahlak yasası veya determinist bir doğa yoktur. Bu mutlak özgürlük ve sorumluluk hissi, bireyde "kaygı" (angst), "bunalım" ve "terk edilmişlik" hislerini doğurur. Søren Kierkegaard bu durumu, Tanrı'ya inanmanın rasyonel bir temeli olmadığını bilerek yapılan bir "iman sıçraması" ile aşılabileceğini düşünürken, ateist varoluşçular için bu kaygı, varoluşun kaçınılmaz bir parçasıdır.
Bu noktada, varoluşçu düşünürlerin bu anlamsızlık ve kaygıya karşı farklı tepkiler geliştirdiğini görürüz. Albert Camus, bu durumu "absürt" (saçma) kavramıyla açıklar. Absürt, insanın anlam ve rasyonellik arayışı ile evrenin bu arayışa karşı anlamsız ve sessiz kalışı arasındaki uyumsuzluktan doğar. Camus için bu absürde verilebilecek üç yanıt vardır: intihar (fiziksel kaçış), felsefi intihar (bir dine veya ideolojiye körü körüne bağlanarak özgür düşünceden vazgeçmek) ve başkaldırı. Camus'ye göre onurlu tek yol başkaldırıdır. Tıpkı Sisifos Söyleni'ndeki Sisifos gibi, kayayı her gün dağın tepesine çıkarmaya mahkûm olduğumuzu bilsek bile, bu anlamsızlığa karşı isyan ederek, eylemin kendisinde bir anlam ve mutluluk bularak yaşamalıyız. "Sisifos'u mutlu hayal etmek gerekir."
Varoluşçuluk, bireyi bu ağır yükten kaçma eğilimine karşı da uyarır. Sartre, bu kaçış mekanizmasına "kötü inanç" (mauvaise foi) adını verir. Kötü inanç, bireyin kendi özgürlüğünü ve sorumluluğunu inkâr ederek kendini bir nesne gibi görmesidir. "Mecburdum", "karakterim böyle", "toplum böyle istiyor" gibi bahanelerin arkasına sığınmak, sorumluluktan kaçmak için oynanan birer oyundur. Buna karşı varoluşçuluğun önerdiği ideal durum "sahicilik" (otantiklik)tir. Sahici bir yaşam, bireyin kendi özgürlüğünü tam olarak kucaklaması, seçimlerinin sorumluluğunu üstlenmesi ve dışsal baskılara veya önceden belirlenmiş rollere sığınmadan kendi değerlerini yaratmasıdır.
Sonuç olarak, Egzistansiyalizm sadece karamsar bir felsefe değildir; aksine, bireye eşi benzeri görülmemiş bir güç ve sorumluluk veren radikal bir hümanizmdir. Friedrich Nietzsche'nin "Tanrı'nın ölümü" ilanıyla boşalan anlam tahtına, varoluşçuluk insanı oturtur. Bize, hayatlarımızın anlamının ne gökyüzünde ne de bir kitapta yazılı olmadığını, aksine her bir eylemimizle, her bir seçimimizle bizzat bizim tarafımızdan yazıldığını söyler. Bu, korkutucu olduğu kadar özgürleştirici de bir düşüncedir ve bireyi pasif bir kader kurbanı olmaktan çıkarıp, kendi varoluşunun aktif bir yaratıcısı olmaya davet eder.
Varoluşçuluk, ya da daha yaygın bilinen adıyla egzistansiyalizm, 20. yüzyıl felsefesinin en sarsıcı ve bireyi merkeze alan akımlarından biridir. Temelinde, felsefe tarihinin büyük bir kısmına meydan okuyan radikal bir önerme yatar: "Varoluş özden önce gelir." Bu cümle, Jean-Paul Sartre tarafından popülerleştirilmiş olup akımın temel direğini oluşturur. Geleneksel felsefede (Platon'dan dini öğretilere kadar), bir şeyin "özü" (ne olduğu, tanımı, amacı) onun "varoluşundan" (fiziksel olarak var olmasından) önce gelir. Örneğin, bir zanaatkar bir sandalye yapmadan önce, o sandalyenin ne işe yarayacağı, nasıl bir tasarıma sahip olacağı, yani "özü" zihninde bellidir. Varoluşçuluk ise bu durumu insan için tersine çevirir. İnsan, dünyaya önceden belirlenmiş bir amaç, bir doğa ya da bir "öz" ile gelmez. Önce var olur, sonra kendi eylemleriyle, seçimleriyle ve tercihleriyle kim olacağını, yani kendi özünü yaratır.
Bu temel ilke, beraberinde ağır ama özgürleştirici sonuçlar getirir. Eğer insanı tanımlayan ilahi bir plan, evrensel bir ahlak yasası ya da sabit bir insan doğası yoksa, o halde insan tamamen özgürdür. Sartre'ın deyişiyle, insan "özgür olmaya mahkûmdur." Bu özgürlük, canımızın istediği her şeyi yapabileceğimiz basit bir serbestlik değildir; aksine, her seçimimizin sorumluluğunu üstlenmek zorunda olduğumuz bir yüktür. Yaptığımız her eylemle sadece kendi kimliğimizi değil, aynı zamanda "insanlığın nasıl olması gerektiğine" dair bir imajı da dünyaya sunarız. Bu nedenle, seçimlerimiz mutlak sorumluluk duygusuyla doludur. Bu sorumluluğun ve seçme zorunluluğunun yarattığı derin ve köklü endişe hissine varoluşçular kaygı (angst) adını verirler. Bu, belirli bir şeyden korkmak değil, özgürlüğün kendisinin getirdiği baş döndürücü boşluk hissidir.
Varoluşçuluğun bir diğer önemli teması, Albert Camus'nün eserlerinde zirveye ulaşan absürd (saçmalık) kavramıdır. Absürd, insanın anlam ve rasyonellik arayışıyla, evrenin bu arayışa karşı anlamsız ve sessiz kalışı arasındaki uyumsuzluktan doğar. Evrenin bize sunacağı hazır bir anlam yoktur. Bu "saçma" durum karşısında insan üç yola sapabilir: intihar (yaşamdan kaçış), felsefi intihar (aklı bir kenara bırakıp dogmatik bir inanca sığınma) ya da isyan. Camus'ye göre onurlu tek yol isyandır. Bu, anlamsızlığa rağmen yaşama tutunmak, özgürlüğünü sonuna kadar kullanmak ve tutkuyla yaşamaktır. Sisifos söyleni, bu isyanın en güçlü metaforudur; her gün aynı kayayı tepeye çıkarmak zorunda olan Sisifos, kaderinin anlamsızlığını bilmesine rağmen bu eylemi sahiplenerek ve isyan ederek kaderinden daha güçlü hale gelir.
Bu felsefi çerçevede, bireyin nasıl yaşadığı kritik önem taşır. Varoluşçuluk, otantiklik (sahicilik) ve kötü niyet (mauvaise foi) arasında keskin bir ayrım yapar. Otantik birey, özgürlüğünü ve sorumluluğunu kabul eden, dışsal otoritelerin (toplum, din, gelenek) dayattığı rolleri reddederek kendi değerlerini yaratan kişidir. Buna karşın, "kötü niyet" içindeki birey, özgürlüğün getirdiği kaygıdan kaçmak için kendini bir nesne gibi görür. "Böyle yapmak zorundaydım," "Karakterim bu," ya da "Toplum böyle istiyor" gibi bahanelerle sorumluluktan kaçar. Bu, insanın kendi özgürlüğünü inkâr etmesidir.
Søren Kierkegaard'ın "iman sıçraması", Friedrich Nietzsche'nin "Tanrı'nın ölümü" ile birlikte yeni değerler yaratma çağrısı ve Simone de Beauvoir'ın "Kadın doğulmaz, kadın olunur" sözüyle varoluşçu ilkeleri feminizme uygulaması, bu akımın ne kadar geniş bir yelpazeye yayıldığını gösterir. Sonuç olarak egzistansiyalizm, bir umutsuzluk felsefesi değil, radikal bir sorumluluk ve eylem çağrısıdır. Bize evrenin boş ve anlamsız olabileceğini, ancak tam da bu yüzden kendi anlamımızı yaratma gücüne sahip olduğumuzu hatırlatır. Bireyi, hayatının senaryosunu yazma sorumluluğunu ve ayrıcalığını omuzlarına yükleyerek onurlandırır.
Yorum Bırak